top of page

İrade mi dediniz?


İrade kavramı bende aykırı fikirler uyandırıyor. Aslında bu kavrama olumlu yaklaşırsak, manevi bakımdan istenilen bir amaca yönelik çalışırken sabretmek ve zorluklara dayanma gücünü ifade ediyor. İyi de, insan hedefin herhangi bir şekilde kimseye zarar verip vermeyeceğini de göz önünde bulundurmalı. Bu zarar siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel hatta duygusal olabilir ama belki de en kötüsü hedefin insanlık namına işlenen bir suça ortaklık etmesidir. Bu fikre nereden kapıldın diye sorabilirsiniz. Şöyle açıklayayım, "irade" kelimesini duyar duymaz aklıma faşizm propagandası diye nitelendirilen Leni Riefenstahl'ın "İradenin Zaferi" (1935) filmi geliyor. Biraz detay olacak ama Riefenstahl, 1934'te Nürnberg'de gerçekleşen Nazi Parti Kongresi'ni görsel olarak filme hizmet etsin diye bizzat tasarlamıştı. Tabii sonra kendisinin propagandacı mı yoksa sanatçı mı olduğu tartışması hukuksal boyutlara varmıştı. Nitekim Nürnberg'in, İkinci DünyaSavaşı'ndan sonra Nazileri yargılamak üzere kurulan mahkemeleri ile anılması da manidardır. Film propaganda doğası gereği, devlet-parti-lider üçlüsünü epik bir anlatımla yüceltir. Haliyle yapımında partiden büyük ölçüde mali ve teknik destek görmüştür. Filmin adını Hitler'in "İradenin Zaferi" koyduğu üzere, Riefenstahl'ın azmini de bu iradeye ekleyince, estetik olarak gelmiş geçmiş en etkileyici ve kaliteli propaganda filmlerinden biri ortaya çıkmıştı.

Gelelim bu film nasıl bu kadar etkileyici olmuştu sorusuna. Üstelik Riefenstahl'ın 1933'e kadarki yönetmenlik deneyimi asgari düzeydeyken! Zamanının bu taze yönetmenine göre Hitler, parti kongresini görsellik bakımından bir uzman gözünden değil de sanatsal olarak izleyeni en çok tatmin edici nasıl olacaksa öyle çekilmesini arzulamıştı. Çünkü film, siyasetle ilgisi olmayan seyircide bile bunun bir propaganda olduğu şüphesi uyandırmaksızın duygulara hitap edip onu etkilemeliydi. Elde var olan Birinci Dünya Savaşı deneyimini de işin içine katalım ki Hitler'in neden propagandaya bu kadar önem verdiği daha iyi anlaşılsın. İngilizlerin uyguladığı propagandanın işe yaramasının temel sebepleri, koşulsuz inanan topluluğa yapılan basit ideolojik tekrarlar ve bunların mantıktan ziyade duygulara hitap etmesiydi. Bu açıdan bakınca, güçlü Almanya hedefini topluma aşılama konusunda Hitler faaliyete geçmiş ve oldukça da başarılı olmuştu. Bunu da tahmin edersiniz ki irade teması üzerinden kurgulamıştı.

Biraz Parti ideolojisinden bahsetmek gerekirse, Nazi ve faşizm kelimeleri eş anlamlı kullanılır. Faşizm birçok karşı duruşu harmanlayan bir yapıya sahiptir ve bunlar genel olarak bir anti-ideoloji çatısı altında toplanabilir: anti-bireysellik, anti-liberalizm, anti-parlamenter siyaset, anti-komünizm, anti-sendikalaşma, anti-entelektüellik ve anti-Semitizm. Hitler'in ta 1920'de düşlediği Büyük Almanya hayali, bu karşı duruşlardan oluşur. Faşist olmakla beraber Nazi Partisi totaliterdir de. Bunu nasıl anlıyoruz? Çünkü 1930'lar Alman toplumunda kendini değerlendirme mekanizması eksikti ve onları kontrol amaçlı baskı uygulanıp korku psikolojisi yaratılıyordu. Bunlar yüzünden emirlere sorgulamaksızın itaat ediyorlardı. Korku demişken, bu artık İkinci Dünya Savaşı'nda toplumu kontrol etmek için bir araç olmaktan çıkıp kurumlaşmış şiddete hizmet eder hale gelmişti. Faşist ve totaliter bir rejim olması itibariyle Parti, devleti ve toplumu mahveden bir yapıya dönüşmüştü.

Biraz daha sosyolojik analizden devam edelim. Max Weber, Parti'nin kuruluşundan önce yazdığı "Meslek olarak Siyaset" (1919) yapıtında otorite başlığı altında üç tane ideal siyasi liderlik türünü tanımlar. Bunlar geleneksel otorite, yasal-ussal otorite ve karizmatik otoritedir. Hitler'in önderliği hâli hazırda karizmatik otorite olarak karşımıza çıkmakta. Buna göre lider olan kişinin gerçekteki gücü ve yeteneklerinin ne olduğu değil, toplumun bu kişinin sahip olduğuna inandığı fevkalâde, büyüleyici özellikler önemlidir. Kelime kökü olarak Yunanca "ilahi bir lütuf" ve "yetenek" anlamına gelir. Yani işin içinde aslında biraz da tanrısallık mevcut. Karizma sonuçta toplumu geleneklerden ve yasalardan ortaya çıkan meşruluktan çok daha fazla etkiliyor. Buna sahip olan Hitler gibi bir lider, kendi isteklerini hayranlarına veya inananlarına kolayca yaptırmış, onları istediği amaca bilinçli olarak yöneltmiştir diyebiliriz. Belki de bu yüzden İkinci Dünya Savaşı'nın bir yıkım olması Alman toplumunun ortak tutumundan değil de Hitler'in iradesinden kaynaklanır. Onun düşlediği üzere Büyük Almanya'nın zaferi de aslında bütün insanlığın yaşadığı bir kâbustur.

Bu hayalin temeline biraz inelim. Hitler'in derdi yabancı unsurlardan arınmış bir Almanya yaratmaktı. Bunun için 1920'de Anton Drexler ile birlikte yirmi beş maddelik bir Parti Programı hazırlamıştı. Bunda ilk madde der ki: "Biz bütün Alman halkının özgür irade prensibi altında Büyük Almanya olarak birleşmesini talep ediyoruz." Karşımıza yine irade kavramı çıktı, iyi mi? Bundan kast edilen şey, bir ulusun kendi geleceğini belirleme hakkıdır. Bu da yönetimde seçmenlerin bağımsız bir örgütlenme oluşturmak için kendi özgür iradelerini kullanması anlamına gelir. Milliyetçiaçıdan kavramın kökleri neymiş diye sorarsak, Fransız İhtilâli'ne kadar gideriz. İhtilâl'den sonra vatandaş hakları tanımında özgür irade kavramı mevcuttur. Ama Nazi Parti Programı'nda ilk sırada yer almasının sebebi tarihsel olarak yakınlık itibariyle "Wilson Prensipleri"dir. Bunun ne olduğunu bir hatırlayalım: bu ilkeler 1918'de savaş biter bitmez Amerikan Başkanı Woodrow Wilson'ın oluşturduğu on dört maddelik evrensel bir tavsiye metnini oluşturuyordu. Kavram burada biraz isim değiştirerek özerklik hakkı olarak ifade edilmiştir. İradenin siyaset tarihinde nasıl kullanıldığını bir kenara bırakıp ne demek olduğuna geri dönersek, topluluğun kendi geleceğini belirlemesinde anlatılmak istenen şey, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlardaki hedeflerine kendi iradeleri ile ulaşacak olmalarıdır. Bu bakımdan 1930'lar Almanyasındaki toplum iradesi, Hitler'in karizması doğrultusunda güç kazanmış, erişilmemiş bir zafer sarhoşluğu ile insanlık suçu işlemeye yatkın hale gelmiştir.

Savaştan sonra filmin bu suça ortam hazırlaması yüzünden Riefenstahl'e "Sen bu propaganda filmini niye çektin hanım kızım?" diye sorduklarında, kendisini bunun tarihsel gerçekliği yansıtan bir sanat eseri olduğunu söyleyerek savunmuştur. Tabii yine de dört yıla mahkûm olması kaçınılmazdı. Ona göre propaganda, bir amaç uğruna olayları yeniden oluşturmak ve çarpıtmaktı. Öyleyse var olan gerçekliğin bir propaganda öğesi olup olmadığına karar vermekte Riefenstahl'ın çok başarılı olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü sonuç olarak görsel gerçekliği filmin amacına uygun olması için kendisi tasarlamıştı. Amaç elbette daha geniş kitlelere Parti ideolojisini yaymak ve yandaş kazanmaktı. Estetik olarak imgelere önem verirken izleyicinin algısını manipüle edici özelliklere bilinçli olarak yer vermişti. Böylece toplumda öğrenilmiş bir güç olarak irade filizlenmiş, sonrasında ise gelecek on yılı küresel ölçekte kasıp kavuran bir canavara dönüşmüştür. Buyrun iradeyi bir de buradan yakın.

Karga Mecmua Mart 2013 sayısında bu yazıyı bulabilirsiniz.

8 views

Recent Posts

See All
bottom of page